14 Şubat 2022 Pazartesi

Erivan'da bir İstanbul Masalı: Jashag

 

+Biliyor musun aslında şu gördüğün duvarda "Bir İstanbul Masalı" yazan tabela asılıydı.

- E peki neden şimdi yok?

+ Karabağ savaşı başlayınca bizimkilere mecburen kaldırmalarını söyledim; başımıza dert açabilir diye..

- Belki şimdi tam da sırasıdır o tabelayı yeniden asmanın.

+ Belki de...

Bir İstanbul Ermenisi olan Dayk Miricanyan ile Ermenistan'ın başkenti Erivan'da açtığı restoranın önünde ayaküstü yaptığımız kısa ama derin bir sohbetten kesit bu.

Aslında İngilizce başlıyoruz sohbete çünkü daha henüz haberim yok Türkiyeli bir Ermeni olduğundan ve Türkçe bildiğinden..

Mekanı öve öve bitiremiyorum; "yapılacak belki de en anlamlı şeyi yaptınız böyle bir yeri açmakla. Hem de Erivan'ın kalbi denilebilecek işlek bir noktada."

Sohbet ilerleyince, e sen nereden geliyorsun ne iş yapıyorsun diyor Dayk.

Biraz çekinceli de olsa "Türkiye'den gelen bir gazeteciyim" diyorum ve kendime verdiğim 'konuştuğun kişilere kimliğini açıklamama' sözünü de bozmuş oluyorum böylece. 

Beklemediğim bir sıcaklıkla elimi sıkıyor Miricanyan ve Türkçe olarak: "E söylesene en baştan, hoş geldin." diyor ve ekliyor: "Jashag benim rüyamdı; iki halkın arasında köprü kuracağına inandığım bir mekan burası.."

Dayk Miricanyan'ın Erivan'daki Jashag'in önünde çektiğim fotoğrafı / 7 Şubat, 2022



Dayk'ı aslında İstanbullular tanır; zira hem Cihangir'de hem Kınalıada'da yıllardır Jash isimli Ermeni mutfağı ağırlıklı restoranları işletiyor.

Onu Ermenistan'a getiren sebebse kendi deyişiyle  'Bir İstanbul Masalı'nı buradaki Ermeniler'e anlatmak..

Jash Ermenice’de yemek, aş anlamına geliyor.

Ancak Erivan'da açtığı Jash'ın yanına "ag" ekleniyor ve Jashag (Lezzet) oluyor. 

Elbette bu eklemenin bir anlamı var; zira restorana adımınızı atar atmaz anlıyorsunuz 'ag' nin nereden geldiğini; dünyaca ünlü duayen foto muhabiri ve gazeteci Ara Güler'den..

Ara ile lisede tanışıyor Dayk ve bir süre sonra çok yakın arkadaş oluyorlar.

Öyle ki 2013'te bir fotoğraf sergisi için birlikte geldikleri Erivan'da bir müze açmak istiyorlar.

Kısmet olmuyor..



Ancak yıllar sonra Miricanyan, kurdukları hayalleri belki de bir adım ileriye götürüyor; Ara'nın kendisine bıraktığı kişisel eşyalar, fotoğraflar ile Erivan'da bir restorandan daha fazlasını, bir kültür evi açıyor.


Jashag'a girdiğinizde ilk Ara'nın kişisel eşyaları sizi selamlıyor; üst kattaki duvarlarıysa çektiği ünlü isimlerin ve tabii ki İstanbul fotoğrafları süslüyor.






Bu arada Ara kırmızı şarabı pek severmiş  bu yüzden restoranın farklı köşelerinde çok çeşitli Ermeni şarapları gözünüze çarpıyor.. 

Menüde ise İstanbullu Ermenilerin kendine özgü sofra ve yemek tarzları yansıtılmak istendiğini söylüyor Dayk. Balık, et ve daha çok zeytinyağlı mezeler baskın..

Mekanı gezdikçe Dayk'ın böyle bir yeri Erivan'da açma isteğini çok daha iyi anlayabiliyorsunuz.

Belki de devletlerin şu sıralar yaptığı "normalleşme diplomasisine" biz gazetecilerden daha fazla katkıda bulunuyor Jashag.

 Bir restorandan öte yaşayan bir müze gibi..

 Mekanın içinde kullanılan mobilyalar, kanepeler, sandalyeler, çeşitli kişisel eşyalar için  "evimizde kullandığımız şeylerin aynısı. Hepsini topladım ve getirdim. 

Aslında burada İstanbullu Ermenilerin yaşam tarzlarını da, hem Erivan'da yaşayan Ermenilere hem de burayı ziyaret eden turistlere göstermiş oluyoruz."diyor Dayk.

Ve işte o zaman anlıyorum Jashag'ın sadece Türk ve Ermeni halkı arasında değil; Ermenilerin kendi aralarında da bir köprü işlevi göreceğini..



Bitirirken...

 Türk Ermeni Cemaati Episkoposu Sahak Maşalyan’ın 2018'de Ara'nın cenazesi başında yaptığı konuşmadan bir kesit:

"Bazı insanların elinde sihirli bir değnek var gibidir. Dokundukları yerden kıvılcımlar çıkartarak güzelleştirirler dünyayı. Bazı insanlara salt var olmak yetmez, onlar ışık saçmak isterler. Hayata, ideallerine ve işlerine adanmışlıkları öylesine yanıp tutuşurcasına olur ki yangınlarından büyük aydınlıklar doğar. Elinde kamerası saatlerce uygun bir görüntü peşinden koşan bir avcıydı Ara Güler. Bir ışık ve gölge avcısı. Ara’nın yanıp tutuşmasından dünyanın nice karanlık köşesi, özellikle güzel İstanbul’umuz aydınlandı. Onun aydınlatıp kaydettiği anlar, anılar ve tarihi tanıklıklar hiç kaybolmayacak."


Eline bir sihirli değnek de sen aldığın için teşekkürler Dayk.

Ara'nın ışığı şimdi de güzel Erivan'ı aydınlatıyor şüphesiz...























30 Mayıs 2021 Pazar

İsrail ordusunda çalıştığı yıllardan günümüze: Kahneman ve Geçerlilik Yanılsaması

 




"Kariyerimin sonlarına doğru kendimi İsrail Ordusu için bir mülakat sistemi geliştirirken keşfettiğim bir temaya dönerken buluyorum.."

Bu sözler dünyaca ünlü psikolog Daniel Kahneman'ın yeni kitabı 'Noise' üzerine verdiği bir söyleşiden.

Tam olarak ne anlatmak istediğini anlamanız için sizi biraz eskilere götüreceğim. 

1956 yılına...

Evet bundan tam 65 yıl önce,  üniversite eğitimini yeni tamamlayan 22 yaşındaki genç psikolog Kahneman, kariyerine İsrail Ordusu'nun (IDF) Psikoloji şubesinde başladı.

Dönemin atmosferini anlamanız açısından 1950'li yıllar İsrail ve Arap komşularının birbirine nefretinin doruğa çıktığı bir dönem; 1956 Süveyş Krizi'ne giden süreç ve sonrası..

İşte bölgede böyle tarihi bir dönemeçten geçilirken çiçeği burnunda genç psikolog Kahneman okulda öğrendiklerini gerçek hayatta uygulamaya çalışacaktı.

Zor bir "vatani görev" üstlenmişti; orduya faydalı olabilecek güvenilir, zeki, çevik subay adaylarının seçilmesine yardımcı olması gerekiyordu. 

Peki bunu nasıl başaracaktı?




"Lidersiz Grup Mücadelesi" adı verilen bir testi kullanarak subay adayları içinden kimin iyi bir lider olabileceğini ortaya çıkarmaya çalıştı.

Adaylar engeller ile dolu bir alana götürüldü. 

Bu, birbirini tanımayan ve herhangi bir rütbe işareti olmayan 8 adaya, yerden uzun bir kütük kaldırmaları ve onu yaklaşık altı fit yüksekliğindeki bir duvara çekmeleri talimatı verilen bir tatbikattı.

Dahası tüm grup, kütük yere veya duvara değmeden ve duvara hiç kimse dokunmadan duvarın diğer tarafına geçmek zorundaydı.

Amaçları subay adaylarını böyle bir testten geçirerek onların  liderlik niteliklerini veya eksikliklerini ayırt edebilmek ve geleceğe yönelik bir tahminde bulunmaktı.

Daniel ve diğer meslektaşları bu yöntemin çok etkili olduğunu da düşündüler: 

"Değerlendirmelerimize tamamen güveniyorduk ve gördüklerimizin doğrudan geleceğe işaret ettiğini hissettik."

Ama yanılıyorlardı..

Kahneman  kariyerinin belki de ilk yanılgısını işte bu süreçte yaşadı ve daha ilginci bu süreç onun "geçerlilik illüzyonu" olarak adlandırdığı terimi keşfetmesine yol açtı.

"Birkaç ayda bir, öğrencilerin subay yetiştirme okulunda nasıl olduklarını öğrendiğimiz ve değerlendirmelerimizi, onları bir süredir izleyen komutanların görüşleriyle karşılaştırabildiğimiz bir geri bildirim oturumu yaptık. Hikaye her zaman aynıydı: Okuldaki performansı tahmin etme yeteneğimiz başarısızdı. Tahminlerimiz kör tahminlerden daha iyiydi, ama fazla değil."


"Bir askerin kurmaca bir durumda bir saatlik davranışını gözlemledikten sonra, subaylık eğitiminin ve savaşta liderliğin zorluklarıyla ne kadar iyi yüzleşeceğini bildiğimizi hissettik.Ve bildiğimiz bir avuç şeyden bir hikaye uydurmuştuk."


 Testin başarısızlığını bu sözlerlerle ifade eden Kahneman, buna rağmen, IDF'ın onu kullanmaya devam ettiğini söylüyordu.

 Dahası, kendisi ve meslektaşları, sonraki test değerlendirmelerinde de doğru tahminde bulunduklarına inanmaya ve kendilerine aşırı şekilde güvenmeye devam ettiler.

Yaşananlar o kadar dikkat çekiciydi ki bu psikolojik bir terimin bulunmasına yol açtı: 

"Önceki başarısızlığımız adaylarla ilgili yargılarımıza olan güvenimizi sarsmalıydı ama olmadı. Ayrıca tahminlerimizi ılımlı hale getirmemize neden olmalıydı ama olmadı. Tahminlerimizin rastgele tahminlerden biraz daha iyi olduğunu genel bir gerçek olarak biliyorduk, ancak belirli tahminlerimizin her biri geçerliymiş gibi hissetmeye ve davranmaya devam ettik. Bu beni o kadar şaşırttı ki bu deneyimimiz için bir terim uydurdum: Geçerlilik yanılsaması."


Ve yıllar yıllar sonra, 87 yaşındaki Nobel ödüllü psikolog Kahneman, düşüncesinin ana temasının işte bu eski hikayeye dayandığını anlatıyor bizlere..

(https://hbr.org/podcast/2021/05/why-smart-people-sometimes-make-bad-decisions)




1956'da İsrail ordusu için bir mülakat sistemi geliştirmeye çalışan genç psikolog bugün Noise ismini verdiği, Olivier Sibony ve Cass Sunstein ile birlikte  kaleme aldıkları kitabıyla belki de hepimizin hayatını etkileyen işe alım süreçlerine ışık tutuyor.

"İki aday hakkında bildiğiniz tek şey, birinin görüşmede diğerinden daha iyi göründüğü ise, bu adayın gerçekten daha iyi olma şansı yaklaşık %56 ila %61'dir. Bu, işe alma kararı vermek için yazı tura atmaktan biraz daha iyidir!"

İşe alımlarda önyargı sorununa ışık tutmaya çalışan bilim adamları, işverenlerin sadece yarım saatlik bir iş görüşmesiyle kişinin o işte başarılı olup olamayacağını tahmin etmelerinin güç olduğuna dikkat çekiyorlar.

Önerileri ise adayları kısa bir sohbete dayanan belirsiz genel bir izlenim üzerinden değerlendirmekten ziyade daha çok veriye dayalı, dış gözlemcilerin de süreci yönlendirdiği bir sistem..

Bitirirken..

Okurken neler hissetiniz bilemem ama bu yazıyı kaleme alırken içimi sızlatan bir gerçek ise Kahneman'ın bir zamanlar İsrail ordusu için çalışması..



Yararlandığım kaynaklar:

Daniel Kahneman - Thinking, Fast and Slow - The Illusion of Validity

https://hbr.org/podcast/2021/05/why-smart-people-sometimes-make-bad-decisions









3 Haziran 2020 Çarşamba

Şiddet, davranışsal biyoloji ve en kötü halimizde 'biz'


Bir protesto gösterisinin içinde kendinizi düşünün; karşınızdaki bir kişiye silah doğrultmuşsunuz.

Tetiğe basmadan önce beyninizin içinde neler olup bitiyor?


Dünyaca ünlü Stanford Üniversitesi Biyoloji, Nöroloji ve Beyin Cerrahisi Profesörü, Robert Sapolsky,  "En İyi ve En Kötü Halimizle İnsan Biyolojisi"ni anlatırken işte bu örneklem üzerinden yola çıkıyor.



Son günlerde hepimiz, ABD'de 46 yaşındaki siyahi George Floyd'un,  Minneapolis'te  polis tarafından göz altında öldürülmesinin ardından yaşanılanlara tanıklık ediyoruz.


Ülke çapında ırkçılık karşıtı protesto gösterileri boyunca halkla polis arasında şiddetli çatışmalar patlak verdi.








Minneapolis'teki protestolardan bir görüntü / Photo Credit: Andre Russel

Bu fotoğrafta sizi rahatsız eden bir şeyler var mı?


Yukarıdaki  fotoğrafa baktığınızda bir polis memurunun sırtında kızını taşıyan siyahi bir protestocuya silah doğrulttuğunu görüyorsunuz.  


Çocuğuyla birlikte eylemlere katılan bu adamın üzerinde ne gibi tehlikeli silah olabilir?


Cevapları düşünürken bir de aşağıda paylaştığım şu fotoğrafı inceleyin.





Minneapolis/ elinde çiçek taşıyan bir protestocu  (AP Photo/John Minchillo)


Hangi fotoğrafa bakarken kendinizi daha çok rahatsız hissettiniz?

İki fotoğrafta da şiddetin başka bir türünü görüyoruz aslında ama birisi sizi daha fazla incitiyor değil mi?


"Aslında şiddetten nefret etmiyoruz, şiddetin yanlış biçimlerinden nefret ediyoruz." diyor Sapolsky.


 Sanırım içinden geçtiğimiz şu dönemi, en kötü haline tanıklık ettiğimiz insanoğlunun bu acımasız davranışlarının paradoksal yönünü özetleyen bir cümle bu.


Floyd'un ölümüne yol açan ırkçı ve faşist yaklaşım herkesi derinden etkilediği için, normalde doğru bulmayacağınız çatışmalar, sokakların talan edilmesi, binaların ateşe verilmesi, hatta yağmacılık bile adalet arayışı içinde yapılan meşru eylemler olarak algılanabiliyor.


Amerikalı aktivist Tamika Mallory'in eylemlere ilişkin yaptığı büyük ilgi çeken o konuşmasını hatırlayın:

 "Yağmacılığı sizden öğrendik. Şiddeti sizden öğrendik. Eğer bizden daha iyisini bekliyorsanız, önce siz bunu yapın!” 


İşte bu noktada insanın davranışlarını evrim ve davranışsal biyoloji perspektiflerinden anlamlandırdan Sapolsky'nin çalışmalarına döneceğiz.


 Nasıl oluyor da  aynı anda hem en şiddet yanlısı hem en anlayışlı tür olabiliyor insan?


Tetiği çekmek neden bazen dehşet vericiyken bazen kahramanlık ve fedakârlıktır? 




Şiddetin nörobiyolojisi 


İnsan davranışlarının ardında birbirleriyle etkileşimde olan bir çok faktör bulunuyor ve çoğu zaman bir davranışa sebebiyet veren gerçek nedenleri anlamak oldukça güç.


Neden bir davranış, belli bir dönem, zaman, koşulda 'kötü' olarak görülürken, başka bir dönem, zaman, koşulda 'iyi' olarak nitelendirilebilir?


Ya beynimiz? davranışlarımızı ne kadar kontrol ediyor?


Sapolsky'e göre bir davranışın neden meydana geldiği anlayabilmek için o davranıştan saniyeler, saatler, yıllar hatta milyonlarca yıl önce neler olup bittiğine bakmak gerekiyor.



Hormonlar, genler, çocukluğunuz ve içinde büyüdüğünüz kültür beyninizin yapısını şekillendiren faktörler ve hiç biri birbirinden bağımsız değil.




- Korkunun merkezi: Amigdala








Beyinde korku, şiddet duygularının merkezi: Amigdala



 Yazının girişinde sorduğum soruyu hatırlayın:

 Bir protesto gösterisinin içindesiniz ve birine silah doğrultmuşsunuz.


 Tetiği çekeyim mi çekmeyim mi ?


İşte tetiği çekmeden bir saniye önce çevrenizde neler olup bittiği, beynimizin bir bölümünü oluşturan, şiddet, korku gibi duygu durumlarının gerçekleştiği Amigdalayı doğrudan ilgilendiriyor.


 Latince'de 'badem' anlamına gelen Amigdala beynin korku ile gelen verilerin işlendiği merkez.


Mesela bir kişinin amigdalasını elektrotlarla uyarırsanız nedensizce şiddet açığa çıkarabilirsiniz ya da cerrahi olarak beynin bu bölümünü yok ettiğinizde söz konusu kişi bir daha asla sinirli olmayabilir.


"Eğer şiddet içeren bir davranışı anlamak istiyorsak, organizmaların korku durumunda ne gibi nörobiyolojik özellikler gösterdiğini incelememiz gerekir," der Sapolsky.


Dahası amigdalanın korku ile ilişkisi çok ilginçtir.


Diyelim karşınıza korkunç bir yılan çıktı.   O anda ne olur?  Gözünüz yılanı görür ve beyninizin görsel korteksine bilgi gider.


Bu sırada beyninizin bir kısmı hala görsel veriyi  işlerken,  saniyenin onda birinden de kısa bir sürede Amigdalanız sizin bir yılana baktığınızı biliyor.


Bunu daha önce edindiği deneyimlere dayanarak 'kestirme' bilgilere dayanarak yapıyor.


Yani sizin bilinç düzeyiniz daha ne gördüğünü tam olarak farketmeden Amigdala bunu yapıyor!


Sapolsky  bir saniye öncesinden başımıza korkunç bir şey gelebileceğini anlayan bir mekanizmanın olmasını harika bir şey olarak yorumluyor.


 Ancak bu yüzden felaketler de yaşanabilir diye de ekliyor, yani saniyenin onda birinde hareket eden bu yolu kullanırsanız,  gördüğünüzün gerçekte ne olduğuna dair doğru bir karar veremeyebilirsiniz.


 Şimdi ilk paylaştığım fotoğrafa tekrar bakın ve kendinizi o polis memurunun yerine koyun.


Karşınızdaki adamın sırtında bir kız çocuğu değil de bir silah taşıdığına inanıyorsunuz.


Eğer gerçekten bu adamın silah taşıdığını zannederseniz tetiği çekip masum bir  kişiyi öldürebilirsiniz.


İlginçtir Sapolsky de bu problemin ABD'de sık sık yaşandığına ve beyaz polislerin siyahileri nasıl tehlike olarak algılayıp öldürdükleri örneğini veriyor..


Amigdala'nın sorunu şu: duygusal verileri çok hızlı işleyebiliyor ancak bu bilgiler yanlış olup bir trajediye yol açabiliyor..


Elbette bu çok görkemli ve gizemli bir mekanizma olan beynimizin sadece bir bölümünün hikayesi.


 Gelecek yazımda Amigdala kadar önemli işlevleri olan insular ve  frontal korteksden ve bunların çevresel faktörlerden nasıl etkilendiklerinden bahsedeceğim.






Not:


*Bu yazının bir kısmı Sapolsky'nin Boğaziçi Üniversitesi'nde katıldığı seminerde paylaştığı bilgiler ışığında hazırlandı.

Link: https://www.youtube.com/watch?v=TlAlTilm5XQ


Kullanılan diğer bir kaynak:  Zebralar neden ülser olmaz? (Robert Sapolsky)





15 Ağustos 2018 Çarşamba

Erdoğan, piyasa ve siyaset psikolojisi





Erdoğan ve Trump

‘Bana ne yapacağımı söyleme’

Davranışsal İktisat’ın kurucu babalarından Cass Sunstein ''On the Intrinsic
Value of Control", adlı makalesine insan doğasının çok ilginç bir yönüne dikkat çekerek başlar ve politikacıların bu durumu göz önünde bulundurarak politika üretmelerini önerir.

Sunstein’in bu argümanını desteklemek için ‘Locke'cu anlayış'a başvurur ve der ki; İnsanlar kontrol altına alındıklarını hissettiklerinde ve kendilerine ‘bir seyi yapmamalari’ söylendiginde, o şeyi bilerek yapmak isteyeceklerdir.

İnsan doğasının bu gerçeği, ‘kontrol etmek ve edilmenin’ psikolojik süreçleri, ve bunun
kamu politikalarına etkileri ABD’de ve İngiltere’deki ekonomistler ve psikologlar tarafından ciddi bir
şekilde araştırılıyor.

Gerçekten de son yıllarda yapılan araştırmalar psikolojinin ekonomi politikaları
içerisindeki yeri ve önemini giderek arttığını ve neden bir olguyu açıklarken psikoloji, siyaset ve ekonomi bilim dallarının hepsine birden başvurulması gerektiğini gösteriyor.

Türkiye’nin içinden geçtiği süreci anlayabilmek için ise tam olarak böyle bir analize ihtiyaç var..
Bu anlamda ‘davranışsal iktisat’ bulgularına dayanarak Erdoğan’ın ne yapmak istediğini yorumlamak daha kolay görünüyor.

Öncelikle, Davranışsal iktisat, klasik iktisat teorisinin insanı rasyonel bir varlık olarak görmesine karşı gelir; tam tersine insan ‘irrasyoneldir’ dahasi karar alma sureclerini etkileyen bir takım kültürel, sosyolojik ve psikolojik faktor vardir ve bu durum ekonomik ve siyasi kararlar alırken hata yapmalarina neden olur.

İşte buradan yola çıkarak neden Trump yönetiminin stratejik bir hata yaparak, daha doğrusu yanlış bir
yöntem izleyerek Türkiye’ye istediğini yaptırmaya çalışması ve bunun neden ‘Yeni Türkiye’ ideolojisi anlatısı içerisinde bir karşılık bulamayacağını anlamak çok güç değil.

10 Ağustos tarihi bir gün…

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın, Dolmabahçe’de Türkiye’nin ‘Yeni Ekonomik Modeli’ni
açıkladığı sıralar…

Trump’ın Twitter üzerinden dalga geçer gibi yaptığı açıklamaya hepimiz şahit olduk:

'Türk lirası, çok güçlü dolarımız karşısında hızla düşerken Türkiye'den gelen çelik ve alüminyum üzerindeki gümrük vergilerinin ikiye katlanmasına onay verdim! Alüminyumda bu oran artık yüzde 20, celikte de yüzde 50. Türkiye ile ilişkilerimiz bu dönemde iyi değil!'


Bu sözler iki ülke arasındaki krizi çok ciddi bir boyuta taşıdı. Keza bunu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, New York Times gazetisine yazdığı Türkiye, ABD ile yaşanan krizi nasıl görüyor? adlı makalede çok net bir şekilde gördük.

Erdoğan, Türkiye ile ABD'nin son 60 yıldır stratejik ortak ve NATO müttefiki olduğunu belirterek, iki ülkenin hem Soğuk Savaş döneminde hem de sonrasında ortak sıkıntılara karşı omuz omuza olduklarını fakat ABD'nin Türkiye'nin egemenliğine saygı duymaması ve milletimizin karşı karşıya olduğu tehlikeleri anladığını ortaya koyamaması halinde, ilişkilerimiz de tehlikeye girebileceğini açıkça belirtti.

Tabii bu süreçten önce yaşanan Brunson krizini de unutmamak gerekir… Erdoğan, bu olayda Trump
yönetiminin Türk yargı sistemine müdahale ettiğini ve Türkiye’ye tehditler savurduğunu belirterek,
ülkenin egemenliğine gölge düşerecek herhangi bir dış müdahalenin kabul edilmesinin mümkün
olmadığını da söyledi.

Tüm bu yaşanan gelişmelere bakarak yapılacak yorum ise siyaset psikolojisi ve davranışsal ekonomi
bulguları içerisinde saklı…

Öncelikle iki ülke arasında yaşanan bu kriz, Trump yönetiminin, Obama zamanında çok iyi kullanılan güçlü iletişim stratejilerinden (duyarlı ve sorumlu liderlik) yoksun olduğunu gösteriyor. Zira ABD’nin ‘ben ne dersem o olur’ tavrı, küresel piyasalarda sesi çıkmaya başlayan oyuncuların ‘bana ne yapacağımı söyleme’ tepkisine neden oluyor.


İşte Sunstein’in, Fransız siyaset bilimcisi Tocqueville’ ye gönderme yaparak açıkladığı ‘özgür olma fikrinin dayanılmaz çekiciliği’ ve insanların özgürlüklerini kısıtlandığını hissettiklerindeki isyan etme durumu yaşadığımız krizi farklı bir boyutta ele almamızı sağlıyor.

Yaşanan bu krizi Türkiye'nin kuralları ABD'de belirlenmiş piyasa sistemine karşı bir isyan etme olarak görebiliriz.  Bu da benim de sorduğum  neden hiçbir şey yapmadan bekliyoruz ? sorusunu cevaplıyor..

Evet, herkes Erdoğan ve ekonomi yönetiminin neden klasik ekonomi politikalarının önerdiği ‘klasik’ çözüm yöntemlerini – Merkez Bankası’ndan beklenen sert bir faiz hamlesi - devreye sokmadığını merak etti bu süreçte.

Bu noktada Türkiye’deki mevcut yönetimin artık farklı bir dış ve ekonomi politikası izlediği gerçeği görmezden gelindiği belirtmek gerekiyor. Bu anlamda ‘Yeni Türkiye’ ideolojisinin iyi okuması gerekiyor.

Türkiye’nin ciddi bir dönüşüm sürecinde olduğunun bilinmesi gerekiyor.

Dolayısıyla yaşanan son gelişmeler ekonomi yönetiminin beceriksizliği (birçok eleştirmene göre) ile ilgili bir durum değil. Aksine alınan tüm ekonomik kararlar negatif ekonomik sonuçlar doğurabileceği bilindiği halde alındı, alınıyor.



Aysu Biçer
13 Ağustos 2018 -LONDRA

7 Mart 2017 Salı

Starbucks'ın İtalya'daki geleceği


Bilenler bilir... Tam bir İtalya aşığıyımdır. Hayatımın (şu ana kadar ki olan kısmında) en güzel anıları tartışmasız İtalya'da erasmus öğrencisi olarak bulunduğum dönemde geçmiştir...

İtalya denilir akla pizza gelir, İtalya denilir akla pasta gelir, İtalya denilir akla tabii ki de espresso gelir.

Gerçi şu günlerde İtalya denilince aklıma adeta uçurumun kenarında duran bankaları geliyor, zira euro bölgesinin Yunanistan'dan sonra en sıkıntılı ülkesi konumunda İtalya... Umarız tez zamanda ekonomileri düzelir...  Çünkü biz severiz İtalya'yı, insanlarını, kültürlerini ve eşsiz yemeklerini...

Onlar olmasaydı mesela İngilizler ya da Amerikalılar gelişim süreçlerini tam anlamıyla tamamlayamazdı heralde:)  Özellikle İngiltere'de yaşayan insanların karnını bir Türkler, bir Hintliler bir de İtalyanlar sayesinde doyuyor diyebilirim.


Neyse gelelim esas meseleye; kahveye...
Hatırlıyorum; İtalya'daki ilk günlerimde arkadaşlara ya nedir bu "İlly" tabelaları her yerde görüyorum diye sormuştum. Onlarda "dünyaya espresso'yu tanıtan şirkettir, İtalya'nın gururudur" diye cevap vermişlerdi.

İşte bu meşhur markanın 2018'de canı biraz sıkılacak gibi gözüküyor.

 Çünkü geçtiğimiz günlerde Amerikan kahve devi Starbucks'ın Ceosu Howard Schultz bir açıklama yaptı. Dedi ki seneye İtalyan pazarına giriyoruz, ilk dükkanı da Milano'da açacağız...

Bu haberi ilk gördüğümde yani sadece haber başlıklarını okuduğumda bile içimden şunu geçirdim: İyi cesaret !

 İtalyanlar özellikle yeme -içme alışkanlıklarında oldukça gelenekselci bir yapıya sahiptir. Hatta bundan 30 yıl önce Mc Donald's fastfood zincirinin İtalyan pazarına girmesi İtalya'da bir "slow food" hareketini başlatmıştı. Bu  hızlı, ayaküstü yemek alışkanlığına fastfood karşı alternatif olarak geleneksel ve yerel yemek ve yeme biçimlerini, yerel ekosistemlerin özelliklerini korumayı teşvik eden hareketti.

Schultz: "Artık hazırız"

Schultz bundan tam 30 yıl önce Milano'ya ilk ayak bastığında etrafındaki kafe-barlardan oldukça etkilenmiş. Öyle ki bugünkü Starbucks vizyonunun kökleri Schultz'un 80'lerde yaptığı o iş gezisine dayanıyormuş. Kahve dükkanlarında çalışan baristaların işçiliğinden tutun,  yaptıkları kahvenin kalitesine,  İtalyanların düzenli olarak yaptıkları bu ritüel ona ilham vermiş.

Nasıl bir ilhamsa bu bugün 76 ülkede 26 bine yakın Starbucks kahve dükkanını tıkır tıkır işletmeye devam ediyor...

Ama iş İtalya'ya gelince şöyle bir durup düşünmek gerekiyor. Zaten Schultz' da "amacımız İtalyanlara kahve nasıl pişiriliri göstermek değil, onlara kahvenin daha farklı şekillerde de servis edilebileceğini göstermek. İtalyanların kahve mirasına büyük bir saygı duyuyoruz ve inanıyorum ki zamanla onların da saygısını kazanacağız" diyerek çekinceli duruşunu gösterdi.

Schultz önceleri İtalyan pazarına girmek için hazır hissetmediklerini ancak şimdi bunun için doğru zaman olduğunu söyleyerek ilk aşamada, Milano'da 10 ila 12  kahve dükkanının açılabileceği sinyallerini de verdi;.tam olarak bir rakam belirlemediklerini de ekledi.

Starbucks'ın İtalya'ya gelişi nasıl karşılanır?

İşte bu sorunun yanıtı yaş gruplarına göre değişiyor. Tıpki Brexit tartışmalarında olduğu gibi İtalya'da yaşayan gençler bu duruma oldukça pozitif yaklaşıyor.

Gençlerin yorumlarından önce bir hatırlatma yapalım:

İtalya'da bir espresso içmek  2-3 saniyenizi bile almaz. Amaç günün belli zaman dilimlerinde enerjinizi yükseltmektir. Arkadaş otur da iki lafın belini kıralım diyemezsiniz. Adettendir ayakta içersiniz kahvenizi... Ha birde öyle laptopunuzu alıp öyle saatlerce oturamazsınız bu barlarda. Roma'sında bile wi-fi bulunan kafeler oldukça nadirdir. Gerçi biz bir ıslak mendil bile bulamıyorduk;bizim gibi ıslak mendile birden fazla görev atfeden Türkler için zor bir durumdu doğrusu:)

Şimdi tüm bu anlattıklarıma bakacak olursak 18-25 yaş aralığında olan İtalyan gençleri için Starbucks'ın ülkelerine gelmesi güzel bir gelişme. Hatta sadece wi-fi için bile gidilir diyenler var. E tabii bunun bir de gençler arasında yarattığı bir imaj algısı var. Bazı gençler başka ülkelerde gittikleri bu dükkanların kendi ülkelerinde açılmasını gurur verici olduğunu düşünüyor.

Bunların dışında Starbucks'ta satılan kahvelerin boyutları, servis edilme şekilleri İtalyan kahvelerine göre daha gösterişli.. Bu da gençlerin farklılık arayışlarını tatmin ediyor...

"Moka potlar intihar edecek"

"Bir İtalyanın Starbucks'ta içtiği her kahve için, bir moka pot intihar edecek" diyen 70'lerindeki bir amcamız bu durumun İtalyan kahve geleğini yok edeceği görüşünde...

Moka potlar İtalyanların biricik geleneksel kahve pişirme makinesi;)

Hatta Mc Donald's ın zaten yeteri kadar İtalyan topraklarını işgal ettiğini daha fazla Amerikan girişimini istemediklerini söyleyenler bile var.



Yorumlara baktığımızda genelde 50 yaş ve üzeri İtalyanlar konuya daha duygusal yaklaşıyor. Çoğunluk "onlar bizim gibi kahve pişiremez, bizi yakalamaları çok zor" diyerek kızgınlıklarını dile getiriyorlar.

İlginçtir bazı bar sahipleri ise bu durumun rekabeti artıracağı ve daha kaliteli kahve yapma konusunda piyasayı canlandıracağı yorumunda bulunuyor.

Schultz'a göre ise Starbucks'ın İtalya'daki kaderi sadece oraya giden turistlerin değil, İtalyan müşterilerinin de kalbini gerçekten kazanmaya bağlı...

Bitirirken....

Un caffe per favore  ;)






17 Şubat 2017 Cuma

Ülkeleri ülke yapan...

Geçenlerde çok kıymet verdiğim bir hocamın bir dergide çıkan yazısını okudum.  Sevgili hocam Cüneyt Paksoy, "Şirketlerin yöneteceği bir dünyaya doğru" başlıklı bir solukta okunacak, yeni dünya düzenine dair beyin fırtınası yaptıracak bir yazı yazmıştı.

Küreselleşen kapitalizmin ciddi bir sorgulamadan geçtiğini ve bu noktada ileride belki de şirketlerin yönetmeye aday olduğu  yeni dünya düzenine doğru, Trump'ın başkanlığının önemli bir geçiş süreci olduğunu belirtmişti yazısında.

Düşünsenize Trump'ın göçmenler üzerine uyguladığı yasaktan 48 saat bile geçemeden ABD'li kahve devi Starbucks yönetimi özellikle göçmenleri işe alacağını duyurdu.

ABD'nin 45'inci başkanı Donald Trump
Starbucks'ın Ceo'su Howard Schultz, insan haklarının saldırı altında olduğunu belirterek 5 yıla kalmadan 10 bin göçmeni istihdam edeceğini açıkladı.

Yine ev kiralama platformu Airbnb ABD'ye alınmayacak  göçmenler için ücretsiz konaklama sağlayacaklarını duyurdu.

Trump'ın göçmen yasağını takmayanlar arasında  Facebook'un kurucusu Zuckerberg, Apple'ın ceosu Tim Cook, Google'dan Sergey Brin gibi isimler de vardı. Öyle ki Tim Cook kendi personeline attığı e-mailde Apple'in göçmenler olmadan var olamayacağı yazıyordu..

Ülkelerin zenginliğine zenginlik katan şirketlerin artık o ülkenin yönetiminde etkili birer unsur haline geldiğini biliyoruz.  Önceden ülkeler sahip oldukları doğal kaynaklarla daha fazla anılırdı, şimdi ise ekonomilerini geliştiren şirketleri ile...

Bugün Samsung'da yaşanan bir olumsuz gelişme doğrudan Güney Kore milli gelirini etkileyebiliyor.
Vodafone'ın İngiliz ekonomisi için nasıl bir öneme sahip olduğunu ya da BMW'nin Alman ekonomisi için ne derecede değerli olduğunun farkındayız.

İşte bu yüzden dünya ekonomisini anlamak isteyen benim gibi yolun başında olan arkadaşlara dünya devlerini takip etmelerini öneririm.

Mesela bugünlerde dış basın Toshiba'yı çok tartışıyor.. Haberlerde sürekli Japon teknoloji devi Toshiba'da neyin yanlış gittiğine dair değerlendirmeler yer alıyor.

Hal böyle olunca kurcalamakta fayda var diye düşünüp birkaç haber okudum.

BBC'den Karishma Vaswani'nin haberinde ,Toshiba mali raporunu açıklamayı bir ay daha ertelediği ancak hali hazırda 3.4 milyar dolar zarara uğradığına ilişkin bir ön rapor yayınladığı yazıyor. Ayrıca genel müdürünün istifa etmesi falan bazı analistlere "bu daha başlangıç, işler iyice sarpa saracak" yorumunu yaptırmış.

 Japon iş yapma kültüründe zamanlama ve işi doğru yapma kutsaldır. Dolayısıyla analistler  işlerin sanıldığından da kötü gidebileceğini düşünmekle pek haksız sayılmazlar. (japonlarla birebir inşaat işlerinde çalıştığımdan biliyorum, inanılmaz çalışkan ve iş ahlakına sahip bir ırk:))  

Vaswani sadece Toshiba için değil Sharp, ve Mitsubishi gibi şirketlerin de kötü yönetim yüzünden sıkıntı çektiğini ve en önemlisi de devletin batmakta olan şirketleri nasıl olsa bir şekilde kurtaracağına olan inancın sorunun esas kaynağı olduğunu söylüyor.

Bir taraftan da Japonya'da borçlanmanın bedava olduğunu belirten analistler bunun zor durumdaki şirketleri değişime zorlamak yerine kolaylıcılığa alıştırdığını söylüyor. Hatta  Japonya başbakanı Şinzo Abe'nin bu durumu düzeltmeye çalışmadığı için eleştirildiği de belirtiliyor.

Toshiba denildiğinde..

Toshiba denildiğinde çoğu kişinin aklına hala elektrik ürünlerinin geldiğini biliyoruz.
Ancak artık şirket bu işin merkezinde değil. Eski günlerdeki gibi ihraç etmek için  televizyon  üretmiyor ve beyaz eşya işinde de para kaybediyor.
İlginçtir ki son zamanlarda yaşadığı problemler gelirinin yaklaşık üçte birini getiren nükleer hizmetler ticaretinden kaynaklanıyormuş. 2013 yılında beri nükleer işinden bir kar elde edememiş.

Bill Wilson'ın haberinde de ilginç detaylar karşımıza çıkıyor. Buna göre Toshiba 2016 yılında ABD nükleer santrali Westinghouse Electric ( Toshiba'nın ABD'deki iştiraki )tarafından yapılan anlaşmaya bağlı olarak bir defaya mahsus olmakla birlikte ağır bir kayıp yaşadığını bildirerek yatırımcıları uyarmış.

Büyük resimde ise genel olarak dünyada nükleer enerjiye yapılan yatırımların azaldığı ve bu alandaki yatırımların daha çok yenilenebilir enerji alanına doğru kaydığı haberde yer almış.  Bunun major sebeplerinden birisinin de dünya çapında büyük nükleer projelerde  kalifiye işçi eksikliğinden kaynaklanan ağır gecikmelerin olduğu söyleniyor.

Örneğin, ABD'de Westinghouse (Toshiba 2006'da satın aldı), Georgia ve Güney Carolina'da yeni nesil nükleer reaktör üzerinde çalışıyor ancak çalışmalar hem çok yavaş hem de bütçeyi aşan bir şekilde yürütülüyor.

Samsung'dan sonra dünyanın en büyük ikinci çip üreticisi Toshiba'nın nükleer enerji alanındaki kayıplarını bu alandan elde edeceği getirilerle kapatmayı düşünüyor.

Neden konuşuluyor?

Dünyanın Toshiba'yı konuşmasının altında yatan şey aslında yukarıda bahsettiğim konuyla yakından ilgili. Toshiba demek ikinci dünya savaşı sonrası Japon ekonomisinin birebir nasıl geliştiğini anlamak demek. 

Toshiba demek dünyada birçok ülkenin neden genişleyici para politakası uyguladığını ancak buna rağmen ekonominin iyileşemediğini anlamak demek...

Değişimi iliklerimize kadar hissettiğimiz şu günlerde de Japon ekonomisini ve Japonya'yı Japonya yapan  şirketlerin yaşadığı sorunları bilmek genel bir okuma yapabilmek için şart.


Yararlandığım iki haber için buyrunuz

http://www.bbc.com/news/business-38969273

http://www.bbc.com/news/business-38456275





24 Ocak 2017 Salı

Kim bu Timothy Ash ?

Timothy Ash 

Şimdi size ekonomi haberciliği yapanların çok sevdiği birinden bahsedeceğim.

Timothy Ash...

Japon yatırım bankası Nomura'nın eski BlueBay'in yeni gelişen piyasalar stratejisti.

Şu zor günlerde "Yok mu dışarılardan Türkiye ekonomisi ile ilgili 2 çift güzel yorum yapan bir ekonomist"diye gezinirken kendisini aramaya gerek kalmadan tivitleri ile Türkiye ekonomisine Mehmet Şimşek'ten sonra en çok sahip çıkan isimlerden birisi :)



  "Piyasayı algılar yönetir." bu sözü deneyimli  ekonomistlerden sık sık duymuşuzdur. İşte Ash sağolsun Türkiye ekonomisinin geleceği ile ilgili dışardaki algıyı Türkiye lehine değiştirecek analizleri ile yüzlerimizi güldürüyor.

BBC'den tutun, Financial Times'ı, Bloomberg'ine kadar Timothy'nin analizleri yorumları haberlerde yer alıyor. Eee bu mecralardan Türkiye'deki gelişmeleri takip eden dış yatırımcı da olumlu etkileniyor haliyle :)

Ben ona Allah'ın lütfu diyorum :)



 Öyle ki Ash'in 10 Ocak haftası Türkiye hakkında yaptığı yorumlara Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek teşekkür edecekti..

Çünkü o hafta dünya basınında Türk lirasının iyice değer kaybettiği, böyle giderse ekonominin iyice kötüleşeceğine dair tek taraflı yorumların verildiği haberler yayınlanmıştı.

Timothy'de özellikle kamu maliyesi, güçlü bankacılık sistemi, demografik yapısı ve girişimcilik ruhu ile Türkiye ekonomisinin pozitif yönlerinin olduğunu hatırlatan bir tivit atmıştı..


Şimşek'te bu hatırlatma için kendisine teşekkür etmiş, piyasaların bardağın boş tarafına odaklanmış durumda olduğunu söylemişti.

Ekonomi gazetecilerinin Timothy gibi isimleri bulması ve olaylara tek taraflı yorumlayanların aksine bardağın dolu tarafını da gören ekonomistlerin görüşlerini medyada kullanması önemli...


 Buarada Ash'i takip etmek isteyenler için buyrunuz;)  https://twitter.com/tashecon